Bundan 88 yıl önce 14/15 Kasım 1937 gecesi Dersim'in dinî ve siyasi önderi Seyit Rıza, Seyid Rıza’nın oğlu Hüseyin, Seyhanlı Aşireti Reisi Hasso, Yusufan Aşireti Reisi Kamer oğlu Fındık, Demenan Aşireti reisi Cebrail oğlu Hasan, Kureyşanlı Ulikiye oğlu Hasan ve Mirza Ali oğlu Ali idam edildiler.

Seyit Rıza ve arkadaşlarının yargılanması ve idamını 1936’da Ankara Emniyet Müdürlüğü’ne tayin edilen eski Malatya Emniyet Müdürü İhsan Sabri Çağlayangil yürütmüştü. İdam sürecini daha önce anlatmıştım. Benim dışımda da anlatan çok kişi oldu, hatta bugün de olmuştur. O yüzden doğrudan başlığa odaklı devam edeceğim.

İhsan Sabri Çağlayangil’in arkadaşı İsmet Bozdağ’a anlattıkları arasında doğrudan konumuzla ilgili bir bölüm vardır.

İdamdan sonra otele dönen Çağlayangil daktilo ile iki sayfa yazdığını belirttikten sonra şunları yaşamıştır: “Fakat biz bu işleri belki zamanında halledemeyeceğiz diye Atatürk bir gün sonra (16 Kasım) Elazığ’a geldi. Treni kör makasa çekmişler. Uyuyormuş. Kendisini uyandırmamışlar. Ben sabahleyin Atatürk’ün treninden çıkan Ulus muhabirine yazdığım yazıyı okudum. Benden istedi. ‘Basmazlar’ dedim. ‘Ver’ dedi. Sonradan Şükrü Kaya’ya okumuşlar. ‘Olmaz’ demiş. Bu sırada ‘Atatürk seni çağırıyor’ dediler. Gittim. Kahvaltı ediyorlardı. Bana bir fotoğraf gösterdi. Seyid Rıza’nın sehpada sallanırken resmi çekilmiş. Ve ‘Bu resim ne Emniyet Müdürü?’ diye sordu.” Diyordu. Atatürk’ün fotoğrafın negatifleri dahil imha edilmesini emrettiğini belirten Çağlayangil, “neye uğradığını bilemeden” negatifleri koşup getirdiğinde, Atatürk’ün açıklaması şöyledir: “Bunlar bayrak adam… senin çektiğin resim, ellerine geçse, bu bölge yeniden isyan eder. Sen, hem ateşi söndürmüşsün, hem de külleri arasındaki kıvılcımlardan yeni bir ateşi tutuşturmaya çalışıyorsun!...” (İsmet Bozdağ, Kürt isyanları, Truva Yayınları, 2009, s.124-131.)

27 Kasım 1937 tarihinde Şükrü Kaya’nın Başvekalet’e gönderdiği bir yazıdan öğrendiğimize göre 17 Kasım 1937 günü Reisicumhur Atatürk’ün Elazığ İstasyonu’nda bir bilgi notu yazdırmıştı. Yazım hataları korunmuş olarak notta şunlar vardı:

“17.11.1937 Çarşanba günü Elaziz istasyonunda kararlaştırılan esaslar: 1-Arazi, su, hava bakımından barınılması güç olan bölgeler halkının daha eyi şeraitte yerlere nakli teemmül edilmeli (düşünülmeli) ve mali külfet tahmin edilerek tespit edilmelidir. 2-Pertek arazisi eyidir. Tedavi keyfiyeti nazarı itibare alınmalı. 3-Büyük, kesif (yoğun) köyler yapılmalı ve kültürü temin edilmelidir. 4-Maden amelesi olarak kaç aile naklolunabilir. 5-Münferit (tekil) dağ köylerini toplayıp ovalara teksif etmeli (yoğunlaştırmalı). (Dahili kolonizasyon) 6-Girlayik’te pancar mıntıkası tesis edilerek dağlıları ovaya endirmek lazımdır. (Tetkik) Bu toplantıda Atatürk, Celal Bayar, Şükrü Kaya, Ali Çetinkaya, Kazım Orbay, Abdullah Alpdoğan bulunmuşlardır.” (Aktaran Nevzat Onaran, Koçgiri/Pontos/Trakya/Sasun/Dersim, Devletin Dahili Harbi, Kor Kitap, 2021, s. 495, 338 numaralı dipnot.)

Bu notta parantez içine alınmış olan “Dahili kolonizasyon” ifadesi dikkat çekicidir, ama konumuz bu olmadığı için devam ediyorum.

Bu anlatı ne kadar doğru? Özellikle Seyit Rıza’nın idamıyla Atatürk’ün ilişkisinin başka bir boyutu var mıydı?

Resmi kronolojiye göre seyahatin durakları

Resmi kronolojiye göre Atatürk, 12 Kasım 1937’de Başvekil Celal Bayar, Dâhiliye Vekili Şükrü Kaya ve Bayındırlık Bakanı Ali Çetinkaya ile birlikte Ankara’dan hareketle Doğu seyahatine çıkmış, 13 Kasım’da Atatürk’ün beraberindekilerle Ankara’dan Sivas’a gelişi, bazı ziyaretleri, Sivas Kongresi’nin toplandığı salonu gezişi ve Çetinkaya’ya hareketi. O geceyi Yazıhan’da geçirdikten sonra 14 Kasım 1937 Pazartesi günü saat 12:00 sularında Malatya' ya hareket etmiştir. Malatya programı çerçevesinde Atatürk, ihtiram kıt'asını, ilk, orta ve lise öğrencilerini teftiş ettikten sonra kendilerine tahsis edilen otomobil ile yapımına 25 Mayıs 1937' de başlanan İplik ve Bez Dokuma Fabrikasına gitmiştir. Atatürk, fabrikanın biran önce bitirilmesi için gerekli emirleri de vermiş, heyette bulunan İş Bankası Genel Müdürü Muammer Eriş'e Malatya'nın kalkınması ile ilgili bir rapor hazırlaması ve en kısa sürede kendisine teslim etmesini emretmiş, Yapımı süren Devlet Hastanesi’ne gittikten sonra alkış tufanı arasında saat 14.00’te Diyarbakır’a uğurlanmıştı.15 Kasım günü Atatürk’ün saat 18.00’de Diyarbakır’a gelişi, Halkevi ve Orduevi’ni ziyareti, halkevinde orkestra tarafından şerefine verilen konseri dinledikten sonra kısa konuşması: “Yirmi sene sonra tekrar Diyarbakır’da bulunuyorum. Dünyanın en güzel ve en modern binası içinde, modern, nefis bir müziği dinleyerek… İnsanlığın uygar bir halkı huzurunda, bu halkın evinde duyduğum zevk ve saadetin ne kadar büyük olduğunu elbette takdir edersiniz. Bunu kaydetmekle bahtiyarım”.

16 Kasım 1937: Atatürk’ün Diyarbakır’da Umumî Müfettişliği, Kolordu Merkezini, Hava Meydanını, 20 senen evvel Diyarbakır’da iken kaldığı Karargâh binasını ve Vilâyeti ziyareti, Atatürk’ün, Irak ve İran sınırlarına ulaşacak olan “Diyarbakır-Cizre” demiryolu hattının temel atma töreninde bulunması ve 16 Kasım akşamı Atatürk’ün, saat 18.45’de Diyarbakır’dan trenle Elâzığ’a hareketi. 17 Kasım’da Atatürk, IV. Umumî Müfettişlik binasından yanındakiler ve Hüseyin Abdullah Alpdoğan ile birlikte çıkarak Pertek kazasına doğru hareket etmiştir. Yolda Hozat Deresi üzerinde IV. Umumî Müfettişlik tarafından inşa edilmiş olan bir köprüye Singeç adını vererek açılışını yapmıştır. Buradan Pertek kazasına gitmiş ve Pertek Halkevini ziyaret ederek kazayı gezmiştir. Atatürk, kazayı gezerken Hüseyin Abdullah Alpdoğan’a burada bir okul yaptırmasını söylemiş ve tekrar Elazığ’a dönmüştür. Elazığ Halkevinde hazırlanan gösteriyi izlemiş ve geceyi Elazığ’da geçirmiştir. 18 Kasım’da Elazığ’dan ayrılarak Adana, Mersin ve Konya’yı ziyaret ederek 20 Kasım’da Ankara’ya geçmiştir. (Utkan Kocatürk, Kaynakçalı Atatürk Günlüğü, Atatürk Araştırma Merkezi, 1999, s. 541-542.)

Görüldüğü gibi bu hikâyede Seyit Rıza ve arkadaşlarının idamına dair tek bir kelime bile yoktur. Çağlayangil’in anılarında sözü edilen “Seyid Rıza’nın idam anındaki fotoğrafı ve bunun imhasına dair bir bilgi de yoktur.

Neden Malatya’dan Diyarbakır’a?

Heyetin, Malatya’dan sonra yol üzerindeki Elazığ yerine önce Diyarbakır’a gitmesi sonra ters bir şekilde Elazığ’a gelmesi garipti ama ne o günlerde ne de sonraki yıllar kimse bunun üzerinde durmamıştı. Aynı şekilde, saatte 30 km. gidebilen buharlı trenle bile 173 km. lik Malatya-Diyarbakır yolculuğunun duraklamalarla birlikte en fazla 10 saatte yapılması mümkünken* yolculuğun 30 saate yakın sürmesi, bu süre içinde heyetin herhangi bir yerde konaklamadığının belirtilmemesi de garipti ama bu konunun da üzerinde durulmamıştı. Sonuç olarak devletin yarı resmi gazeteleri tarafından duyurulan zaman çizelgesi idamların Atatürk’ün gıyabında gerçekleştiği, hatta habersiz olduğu, eğer bilseydi duruma müdahale edeceği iddiasını/efsanesini desteklemişti.

Halbuki bu kronoloji doğru değildi. Çünkü eğer resmi tarihin iddia ettiği gibi Atatürk’ü taşıyan tren 14 Kasım 1937 günü saat 14.00’de Malatya’dan ayrıldıysa ve Elazığ’a uğramadan yola devam ettiyse, tren yol üzerindeki Sivrice Gölü’nün (kısaca Gölcük) önünden o gün akşama doğru geçmeliydi. Oysa o gün trende olanlardan gazeteci, bürokrat, 1960'taki Kurucu Meclis Basın sözcüsü Kemal Zeki Gençosman’ın anlattığına göre, tren gölün önünden sabahın erken saatlerinde geçmişti. Hatta Atatürk treni durdurup gölü bir süre seyretmişti. Şöyle anlatmıştı o anı tanığımız: “Rahmetli Atatürk Diyarbakır'a gidiyordu. Demiryolu gölün kıyısından geçer. Sabah serinliğiydi. Hususi trenini durdurdu. Gölün kıyısına indi… …O sabah saatinde Atatürk'ün bu güzel su kenarında çocuklar gibi şen yüzünü…” (Kemal Zeki Gençosman, Dünkü, Bugünkü, Yarınki Elazığ Dergisi, Özel Sayı, 1974.)

Biraz daha farklı bir bilgi 16 Kasım 1937 tarihli Ulus gazetesinde vardı: “Atatürk öğle yemeklerini (…) Gölcükte yemişler ve trenlerinden inerek göl etrafında iki saat kadar devam eden tedkiklerde bulunmuşlar, alâkadarlara bazı emirler vermişlerdir.”

Gazeteye göre Atatürk ve heyeti 15 Kasım’da Maden’den geçmiş ve o günün akşam saatlerinde Diyarbakır’a varmıştı. Bu iki tanıklığa göre de Atatürk sabahleyin de öğleyin de Sivrice Gölü kenarındaydı. **

Bu anlatımlar doğruysa 14 Kasım öğleden sonrası ile 15 Kasım sabahı arasında Atatürk ve arkadaşları neredeydi?

Bu gizli görüşmeye dair bir ipucu da İhsan Sabri Çağlayangil’in anlatımlarında vardı. Hatırlanacağı gibi Çağlayangil idam gecesini anlatırken “Biz Seyit Rıza’yı aldık. Otomobilde benimle Polis Müdürü İbrahim’in arasına oturdu. Jeep*** jandarma karakolunun yanındaki meydanda durdu…” demişti. Mahkeme binasıyla idamların gerçekleştirildiği Buğday Meydanı yan yanaydı. (Eski jandarma karakolu ile mahkeme salonunun yerinde şimdi Belediye Çarşısı ile Ticaret ve Sanayi odası bulunmaktadır. İdamların gerçekleştirildiği meydanla mahkeme salonu arasında ise şu an Saray Camii vardır ve 1937 yılında mahkeme salonuyla idamların yapıldığı meydan arasında on adım bile yoktur.)

Bu yüzden Seyit Rıza’nın on adımlık mesafe için bir araca bindirilmesine gerek yoktu. Ayrıca Seyit Rıza elebaşı olarak ilk idam edilmesi gerekirken en son idam edilen kişiydi. İlk idamla son idam arasında yaklaşık bir saat vardı. Sözlü tarihte bu görüşmenin Elazığ merkezine 20 km uzaklıktaki Diyarbakır-Elazığ tren hattının ayrıldığı Yolçatı istasyonundaki gör makasa çekilen trende veya Elazığ Merkez İstasyonu’nda veya Halkevi’nde gerçekleştiğine dair anlatılar vardır. Ancak herhalukarda tren Yolçatı’ya uğramak zorunda olduğu için en akla yakın ihtimal Yolçatı’daki “kör makas”tır. Bu bir saatlik yolculuk muhtemelen Atatürk’ün kendisini beklediği istasyona yapılmıştı ve ziyaretin hüsranla bitmesinden sonra, büyük ihtimalle, Seyit Rıza idamından önce söylediği iddia edilen şu sözleri bu görüşmeden çıkarken sarf etmişti: “Ben sizin hilelerinizle baş edemedim, bu bana dert oldu, ama ben de sizin önünüzde diz çökmedim, bu da size dert olsun!”

Gerçekliğe sahtecilik yoluyla ulaşma çabaları

2015 yılında Yeni Şafak gazetesi bir dizi "gizli belge" yayımladı. Belgelerin kağıtları, fontları, biçimleri, içerikleri incelendiğinde "sahte" oldukları bariz biçimde kendini haykırıyordu. Ne yazık ki, bazı ciddi araştırmacılar bile bunlara ciddi belge muamelesi yaptılar. Bunlardan biri doğrudan konumuzla ilgiliydi. Yeni Şafak'ın keşfettiği bir MAH (MİT'in selefi) "belgesi"ne göre Atatürk benim yukarda belgelere dayalı olarak izlemeye çalıştığım yolculuğu sanki MAH rapora dökmüş gibi anlatıyordu. Neyse ki, kısa sürede popüler anlamda da bu yayıncılığın ipliği pazara çıktı, hatta Yeni Şafak alay konusu oldu, ama elbette kimse bu sahtecilik için onlara hesap sormadı. Maksat neydi derseniz, CB Erdoğan'ın CHP'ye yönelik siyasi sarmalama harekatına "tarihi mühimmat" sağlamak.

Kıymetlendirilmemiş bir tanıklık

2021 yılında Dersim Kultur und Geschichtszentrum (DKG) tarafından yayınlanan Youtube videosunda 1991 yılında adı Mustafa Ö. (1330-2008) olarak verilmiş bir asker ile yapılan bir görüşmeden aktarılmış birkaç cümle duyduk bu "olası" buluşmaya dair. Urfa doğumlu olduğu belirtilen Mustafa Ö. Urfa askerliğine Urfa'da başlamış, bir süre sonra Dersim/Elazığ’a gönderilmişti. 1937-1938 yıllarında kılavuz şoför olarak orduda görev almıştı. Söz konusu söyleşi bir yakını tarafından 1991 yılında yapılan daha uzun bir söyleşinin 11 dakikalık parçasını kapsıyordu. Bu bölümde Mustafa Ö. Askerliğine dair detaylı bilgi vermemekle ve bazı isimleri karıştırmakla birlikte Yüzbaşı Kemal adında birinin Seyit Rıza'ya eşlik ettiğini anlatıyordu. Tanık asker "Seyit Rıza askeri harekatın bütün masraflarını ödemeyi teklif etti, Atatürk kabul etmedi" diyordu. Bu kaydın keşfedilmesi Mustafa Ö. Adlı askerin ölümünden çok sonra olduğu için anlatıyı irdelemek mümkün olmamıştı. Dolayısıyla bu tanıklığı da şimdilik Arşimedvari "buldum, buldum!" heyecanı ile ele almamak gerekiyor.

Atatürk Kültü veya Atatürk Tapıncı

Belgeler, yayınlar, sözlü tarih anlatılarından oluşan kanaatime göre Atatürk'ün Seyit Rıza ile görüşmüş olması çok yüksek olasılık. Bu yargımın buraya okuma sabrını gösterenler arasında dahi büyük rahatsızlık yaratmış olduğu da büyük olasılık.

Geçtiğimiz gün miras konusundaki yazıma tepkileri de anımsatarak devam edersem, Atatürk'le ilgili "nahoş" konuların sakin bir şekilde konuşulamaması ise Atatürk’ün Türkiye’nin modern tarihindeki özel yeri ile ilgili elbette. Atatürk'ün bir kahraman ve hiçbir şeyden etkilenmeyen, her alanda doğruyu görerek yoktan var eden, yanılmaz bir lider olarak kavramsallaştırılması Cumhuriyet’ten dahi önce başlamıştı. Cihan Harbi’nin bir cephesi olan Çanakkale Savaşı sırasında Anafartalar Grubu Komutanı olan Albay Mustafa Kemal, zaferden sonra kamuoyunda "Anafartalar Kahramanı" olarak tanınmıştı. 1919’da “Milli Mücade”nin önderi oldu, 1920’de TBMM’nin ve “Heyet-i Vekile”nin Reisi oldu. 1921’de Sakarya Meydan Muharebesi’nden önce Başkomutan, muharebeden sonra “Gazi” unvanını aldı. 1923’te önce kendi kurduğu Cumhuriyet Halk Fırkası’nın (CHF) Reisi, sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve ilk Cumhurbaşkanı oldu. 1927 yılında, tarihi kendi okuduğu gibi kaleme aldığı Büyük Nutuk’la sabitledikten sonra, 1931’deki CHF kongresinde “Ebedi Şef” unvanı ile şereflendirildi, 1934’te Atatürk soyadı ile “yeni ulusun atası” olmakla kalmadı, Ulu Önder, Ebedi Başkomutan, Baş Öğretmen gibi sıfatlarla anıldı. Yaşarken heykelleri meydanlara dikildi, özlü sözleri çerçevelenerek kamusal alanlara yerleştirildi. Yine yaşarken, Atatürk'le ilgili özgür tartışmalar yapılamadı çünkü İstiklal Mahkemeleri, gizli açık kovuşturmalar, istihbaratçıların takipleri, ifade özgürlüğüne yönelik baskıcı yasalar aykırı fikirler ileri sürme cüretine sahip olanların başının üstünde Demokles'in Kılıcı gibi sallandı.

Sonunda ortaya çıkan tablonun adını Atatürk Kültü veya Atatürk Tapıncı koymak herhalde yanlış olmayacaktır. Kült veya tapınç terimi açıklamak için totem ve tabu terimlerini yardıma çağıracağım.

Totem ve tabu

Totem, ilkel toplumlarda içinde yer aldığı grubun atasıdır, onun koruyucu ruhu, iyilik taşıyıcısıdır. Freud’e göre, totemler hem dinsel, hem de toplumsal boyutlar taşır. Bir din olarak totemizm, insanla totem arasındaki saygı ve itibar ilişkilerini; toplumsal bir sistem olarak ise, toplumun üyeleri arasındaki karşılıklı yükümlülüklerle, diğer toplumlar, klanlar arasındaki ilişkileri düzenler. (Sigmund Freud, Totem ve Tabu, çeviren: K. Sahir Sel, Sosyal Yayınları, 1984, s.145.)

Levi-Strauss’a göre ise totemizm “göstergeler arasında bağdaşım ve bağdaşmazlık kuralları koymakla yetinmez; aynı zamanda bir aktöre kurarak kimi davranışları buyurur, kimi davranışları yasaklar”. Claude Lévi-Strauss, Yaban Düşünce, çeviren: Tahsin Yücel, Yapı Kredi Kültür Yayınları, 1996, s. 124)

İşte tabu denen şey esas olarak, toteme dokunmanın tehlikeli, kirli, lanetli ya da suç oluşturan, kaçınılması gereken bir durum olarak tanımlanmasıdır. Kısaca sınırlamalardır, yasaklardır. Bu yasakların çoğu zaman mantığı olmamasına ve tutarlı bir sistem oluşturmamasına rağmen, tabunun yıkılması toplum birliğinin yıkılması anlamına geleceği için, yasaklar sıkı sıkıya uygulanır.

Bu süreç, sadece ilkel toplumlarda değil, gelişmiş toplumlarda da değişik biçimlerde tezahür eder. Kral, hükümdar, diktatör, önder veya kurucu baba ile toplumları arasındaki ilişkilerde totem-tabu sisteminin değişik varyasyonları yürürlüktedir.

Mete Kaynar der ki “Hükümdar tabusunun bir ayağı, hükümdar ve onun manasından korunmaksa, öteki ayağı da hükümdarı korumaktır. Hükümdar -totem- korunmalıdır; çünkü sadece onun sahip olduğu mana sayesinde toplum birliği korunur; sosyal hayat onun sayesinde düzenlenir. Hükümdarın korunması, bir anlamda, hükümdar tabusunun tabuluğunun garanti altına alınmasının da yoludur. Tabunun yıkılması, aynı zamanda, toplum birliğinin yıkılmasına da yol açacaktır. Bu, hükümdara, aynı zamanda, toplum için yaşama ödevi de yükler. Hükümdar, manasını kullanarak koruma, kollama, düzenleme görevlerini yerine getirmezse siyasal yapıdan kovulur; birlik, başka bir hükümdarın manası etrafında tesis edilir.” (Mete Kaan Kaynar, “Mustafa Kemal’e Atatürk Demek: Mustafa, Kemal ve Atatürk (I), Birikim, 21 Eylül 2020, internet nüshası sayfa numarasız metin.)


İşte tabu denen şey esas olarak, toteme dokunmanın tehlikeli, kirli, lanetli ya da suç oluşturan, kaçınılması gereken bir durum olarak tanımlanmasıdır. Kısaca sınırlamalardır, yasaklardır. Bu yasakların çoğu zaman mantığı olmamasına ve tutarlı bir sistem oluşturmamasına rağmen, tabunun yıkılması toplum birliğinin yıkılması anlamına geleceği için, yasaklar sıkı sıkıya uygulanır. Bu süreç, sadece ilkel toplumlarda değil, gelişmiş toplumlarda da değişik biçimlerde tezahür eder. Kral, hükümdar, diktatör, önder veya kurucu baba ile toplumları arasındaki ilişkilerde totem-tabu sisteminin değişik varyasyonları yürürlüktedir.


Atatürk sonrası dönemde Atatürk Tapıncı


Mete Kaan Kaynar “[T]ek parti yönetiminin kurumsallaştığı tarihlerde başlayan ve halen süren bu tabulaştırmanın temel nedenlerini, Cumhuriyet dönemi modernleşmesinin kendi iç sıkıntılarında, yani, Mustafa Kemal’in kutsanmasını (Atatürkçülüğün kendisini) aşabilen bir toplumsal modernleşme saiki bulmak konusunda yaşanan sıkıntılarda ve Osmanlı modernleşmesi ile Cumhuriyet modernleşmesi arasındaki farkı tanımlayabilecek, yeterli kavramsal referanslara sahip olamama sıkıntısında aramak gerekmektedir. Cumhuriyet dönemi modernleşmesi temelde bu iki noktada sıkıntılıdır. ‘Mustafa Kemal’in ‘Atatürk’leşmesi ve bu ata-totem etrafında kurgulanan tabulaştırma, bu iki temel problemin üzerinin örtülmesinin, ötelenmesinin, ona palyatif çözümler üretilmesinin yolu olarak gündeme gelmiş; halen de gelmektedir,” der.


Gerçekten de doğuştan karizmatik bir lider olan Mustafa Kemal Atatürk’ün totemleştirilmesi, o henüz yaşarken başlamıştı ama geliştirilmesi ve “mükemmelleşmesi” ölümünden sonra oldu. Bu yüceltme ve kutsallaştırma hareketinin, Osmanlı döneminde toplumun temel tutunum unsurlarından olan dinin, Türk ulus-devletinin kuruluşu sırasındaki laikleşme hamlesi kapsamında, toplumsal yaşamdan çıkarılmasının doğurduğu boşluğu doldurmak için, ulusçuluğun yarı din haline getirilmesi sırasında mı, yoksa Mustafa Kemal’in dünyaya bakışının ve eylemlerinin Kemalizm adı altında total bir ideolojiye dönüştürülmesi çabaları sırasında mı ortaya çıktığı tartışılabilir. Ama görülen odur ki, Cumhuriyet modernleşmesi, başından beri bazı sıkıntıları aşmak için Mustafa Kemal’in “Atatürk”olarak totemleştirilmesine ve dolayısıyla tabulaştırılmasına şiddetle ihtiyaç duymuştu.


Bu bağlamda 1950’den itibaren, CHP’nin bağrından gelişen bir hareket olan DP’nin hem kendisinin özgünlüğünü ortaya koymak, hem de rejimin kurucu partisi olduğu için bir çeşit dokunulmazlığı olan CHP’yi ve onun lideri İnönü’yü hırpalayabilmesine yetecek politik manevra alanı yaratmak için bulduğu çare de mevcut totem-tabu kodlarını kullanmak oldu. Bu kurnaz manevranın cisimleşmiş hali, o tarihlerde Atatürk heykellerine saldıran Ticaniler adlı tarikatın neden olduğu siyasi gerginlikten faydalanan DP kökenli Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın kişisel gayretleri ile 25 Temmuz 1951’de çıkarılan 5816 Sayılı Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Kanun’du. (Bu mecrada bu kanuna dair uzun ir yazı yazmıştım.) Bazı CHP’li milletvekillerinin DP tarafından gündeme getirildiği için, kanunun aleyhine konuşmalar yapması tarihsel bir ironi olmalıydı. Sonuçta kanunun çıkmasıyla CHP, Atatürkçülük şampiyonluğunu DP’ye kaptırdı.


Bu ortamda 1937-1938’de Dersim’de yaşananların konuşulması dahi çok zorken, “Totemleştirilmiş” Atatürk’ün rolünün konuşulması iki kat daha zordu. Örneğin CHP iktidarını eleştirmek için, resmî tarihin karanlık odalara tıktığı olayların üstüne giden Necip Fazıl Kısakürek, 27 Ocak 1950 tarihli Büyük Doğu’da tefrika edilmeye başlayan “Doğu Faciası” başlıklı yazı dizisinde (“Dedektif X Bir” mahlasını kullanmıştı), 1937-1938 “kanlı Dersim hareketi”nde “en aşağı 50 bin saf ve masum Müslüman’ın, çocuk, genç, ihtiyar, kız, kadın, hasta, alil, ısırgan otu gibi doğranması” olayını son derece etkili bir dille ve örnekler vererek anlattıktan sonra “Celal Bayar’ın Başvekil ve Mareşal Fevzi Çakmak’ın Genelkurmay Başkanı bulunduğu 1938 yılında cereyan eden Dersim faciası, her türlü tavsifin [nitelemenin] üstündedir,” derken, Atatürk’ü “failler” arasına katmamıştı.


Ama Atatürk’ün totemleştirilmesi ve tabulaştırılmasına en büyük katkıyı 27 Mayıs 1960’dan sonra sık sık sahne alan darbeciler yaptı. Bütün darbeler Mete Kaynar’ın sözleriyle hep “Ulu Önder Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak ve kollamak”, “onun hedef gösterdiği çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmak” ve “Atatürk’ün tarif ettiği türden bir demokrasiyi yeniden tesis etmek amacıyla” gerçekleştirildi. Böylece, adı ister “ihtilal” ister “muhtıra”, ister “balans ayarı”, ister “e-darbe’ olsun, hepsi de gayri meşru olan bu müdahaleler güya partiler ve ideolojiler üstü bir referansa dayanarak yapılmış gibi sunularak, toplum gözünde meşrulaştırıldılar. Dolayısıyla darbecilerin, kendilerine tertemiz ve güçlü bir dayanak sağlayan Atatürkçülüğü biraz daha kutsallaştırması, biraz daha tabulaştırmaları gayet mantıklıydı.


Yaklaşık 40 yıl sonra Ahmet Taner Kışlalı 1 Mart 1996 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan “İşte Dersim Gerçeği” başlıklı yazısında “Dersim ayaklanmasının çok kanlı bir biçimde bastırıldığı doğrudur. Hareketi yöneten komutanın, bu nedenle görevden alındığı da bilinmektedir. Ama Dersim ayaklanması nedeni ile Atatürk’ü ve Kemalizmi suçlamaya çalışanların özellikle şu soruyu yanıtlamaları gerekir: ‘Suçlamalar doğru ise Tunceli-yani Dersim- niçin yıllar boyu Atatürk’ün partisine oy vermiştir? Türkiye’de Kemalist partiye –ya da başka bir partiye- verilen oyların yüzde 70’leri aştığı başka bir il var mıdır?’ İşte Dersim gerçeği!.. Gerisi laf-ı güzaf,” diyerek Atatürk’ü “sanık listesi”nden çıkarmıştı. ****


Stockholm Sendromu mu?


Bazıları bu “suskunluk” halini veya Atatürk’ü bir uçta “hatadan münezzeh kutsal bir kişilik” olarak diğer uçta “olan bitenden habersiz hasta” imgesiyle koruma altına almasını “Stockholm Sendromu” diye adlandırdı.


Bana göre, adını 1973 yılında Stockholm'de gerçekleşen bir banka soygununda, rehinelerin soyguncularla empati ve duygusal bağ kurmasından alan Stockholm Sendromu, “Dersim suskunluğu”nu açıklamaz. Çünkü Stockholm Sendromu’nda mağdurun olaya vakıf olduğu halde olayla “marazi” bir ilişki kurması söz konusudur. Halbuki “Dersim suskunluğu”nun en önemli nedeni, ülkedeki sistematik baskı ortamının, Dersim’de yaşananlara dair bırakın kamusal alanda, akademik alanda dahi bilgi birikimini ve bunun yazıya dökülmesini engellemesidir. Nitekim akademik alandaki ilk çalışma Suat Akgül’ün Hacettepe Üniversitesi/Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü’nde 1994 yılında kabul edilmiş olan “Tunceli/Dersim İsyanı (1937-1938) tarihli yüksek lisans tezidir. Bu konudaki ikinci akademik çalışma ise Necmi Günel’in İstanbul Üniversitesi/Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü’nde 1999 yılında kabul edilmiş olan “Dersim isyanı, 1937” başlıklı doktora tezidir. O tarihten günümüze dek “Dersim isyanı” temalı sadece dört yüksek lisans tezi ile iki doktora tezi; “Tunceli isyanı” temalı dört yüksek lisans tezi ile bir doktora tezi hazırlanmıştır.


Bu tezlerde Atatürk’ün rolüne dair bilgiler vardır ancak bu kaynakların geniş kitleler tarafından ulaşılır türde olmaması yüzünden konunun kamusal alanda tartışılması için ilk akademik çalışmanın üstüne 10 yıl geçmesi gerekmiştir. Her ne kadar bu konuda hazırlanan bibliyografya çalışmalarında konunun Atatürk bağlamında tartışılmasının başlangıcı olarak Onur Öymen’in 10 Kasım 2009 tarihli TBMM konuşması gösterilirse de bu yazının yazarı, 19-23 Ekim 2008 tarihleri arasında Taraf’ta yayınlanan “Osmanlı’dan Günümüze Kürtler ve Devlet” dizisinde ve 16 Kasım 2008 tarihli Taraf gazetesinde yayımladığı “1937-1938’de Dersim’de neler oldu?” başlıklı yazısında Atatürk’ün rolüne dair belirlemeler yapmıştı. 16 Kasım 2008 tarihli yazıda İhsan Sabri Çağlayangil’in “Neticeyi söylüyorum. Bunlar kabul etmediler. Mağaralara iltica etmişlerdi. Ordu zehirli gaz kullandı. Mağaraların kapısının içinden. Bunları fare gibi zehirledi. Yediden yetmişe o Dersim Kürtlerini kestiler. Kanlı bir hareket oldu. Dersim davası da bitti. Hükümet otoritesi de köye ve Dersim’e girdi. Dersim böyle bitti” ifadelerinin de yer aldığı ses kaydının dökümü de vardı. Kaydın popüler olması, Onur Öymen’in “Dersim’de analar ağlamadı mı?” konuşmasından sonra Taraf gazetesinin 16 Kasım 2008 tarihli yazıyı 15 Kasım 2009 tarihli nüshasında yayımlamasından sonra oldu. O tarihten sonra Dersim ve Atatürk ilişkisi daha çok konuşulmaya başladı.


Ancak özellikle AKP iktidarı eliyle siyasal İslam’ın kurumsallaşması ve Erdoğan’ın tek adam rejiminin yerleşmesinin yarattığı atmosferde bu tartışma yeniden “sümenaltı” edildi. Çünkü Kemalizm, Atatürkçülük ve “Totemleştirilmiş” Atatürk imgesi baskıcı İslamcı rejime karşı oluşturulan “laik” ideolojik hattın en önemli “yapıtaşı” haline getirildi. Bugün, Atatürk ve Dersim başlığında konuşmalar yapmak, 2010’lu yıllardan daha büyük cesaret ve kararlılık gerektiriyor…


xxx


Bu yazı, Kazım Gündoğan ve arkadaşlarının hazırladığı DERSİM kitabına yazdığım "Atatürk ve Dersim" başlıklı yazının bir bölümü. Kitabın yayımlanması nedense çok gecikti, ben de bu yılki anmalar için yepyeni bir yazı yazamadım, çünkü yaklaşık 20 yıldır konunun her veçhesine değinen birkaç yazı yazmışımdır. Umarım yayıncılara ayıp etmemişimdir.


Notlar:


*1829'da George Stephenson’ un yaptığı “Roket” isimli lokomotif ile ilk ulaşılan 50 km/s' lik hızdan sonra demiryolları 1850 yıllarında 100 km/saat, 1854’ de 130 km/saat ve 1930'larda ise hızlı trenlerle en yüksek hız olarak 180 km/saat hıza ulaşmıştır. Dünyadaki ilk hızlı tren örneği 1938 yılında İngiltere’de, 203 km/saat hıza ulaşan Mallard buharlı lokomotifidir.


** Tarih konulu palavralarıyla meşhur Yılmaz Özdil, Sözcü'deki 26 Ocak 2020 günlü köşe yazısında Atatürk'ün Balkan göçmenlerini yerleştirmek için 1933 yılında "Hazar Gölü'nün kıyısına bir ilçe kurunuz ve doğunun Yalovası yapınız" dediğini iddia etmişti. Hiçbir belgeye, sözlü tarih anlatısına dayanmayan bu iddia gerçeği yansıtmıyordu. Sivrice ile birlikte 5 yeni vilayet ve 9 kazanın kurulmasını emreden kanun 4 Ocak 1936'de yürürlüğe girmişti. Sivrice bugünkü yerine 1939'de taşınmış, bugünkü halini de 1948'de Etibank-Ergani Bakır İşletmeleri, Şark Kromları,1960'ta Karayolları ve Türkiye Petrolleri (TPAO) kuruluşların "dinlenme tesisleri" ile almıştı.


*** Çağlayangil’in kullandığı Jeep terimi anakroniktir. Wikipedia’ya göre 1938 yılında motosikletlerinin ve diğer askeri araçlarının (modifiye edilmiş Ford Model-T) yerine geçebilecek; hafif, manevra yeteneği güçlü, sağlam, güvenli ve seri bir genel maksatlı araç arayışı içinde olan ABD ordusu bu ihtiyacını karşılamak için bir yarışma düzenlemiştir. Yarışmayı kazanan 738,74 $'lık fiyatıyla Willy-Overland oldu. Bu modelin adı CJ1A idi. Bir askeri araç için gayet lüks olan bu araçta tente ve otomatik camlar vardı. Ertesi yıl yani 1939 yılında, orduda epey iyi tutan bu araç CJ2 ismi ve birkaç farklılıkla sivil halkın kullanımına sunulmuştu. "Jeep" kelimesi ilk olarak Ocak 1941 tarihli bir gazete makalesinde ABD Ordusu'nun "cüce arabalarını" tanımlamak için kullanıldı. Bu tarihçeye göre Jeep denilen aracın Türkiye’ye en erken 1939 yılında gelmesi beklenir. 1938’de Türk ordusunda “Jeep” türü hangi aracın olduğunu ise tespit etmek zordur. Çünkü bir başka “jeep” markası olan Willys’lerin (bizde Villis diye telaffuz edildi) üretimi de 1940’da bu tür bir araç üreten American Bantam ile Ford ve Willys Overland Motors ortaklığı ile Kasım 1941 yılında üretildi. Dolayısıyla Çağlayangil’in ne tür bir araçtan söz ettiğinden emin olmak zor.


**** Ahmet Kışlalı'nın analizi doğru değildir. YSK verilerine göre CHP 1950 genel seçimlerinde %52,4; 1954 genel seçimlerinde % 53,47; 1957 genel seçimlerinde % 53,52, 1961 genel seçimlerinde %35,1; 1965 genel seçimlerinde % 33,5; 1969 genel seçimlerinde %18,9; 1973 genel seçimlerinde %70; 1977 genel seçimlerinde %66,3; 1983 genel seçimlerinde CHP yasaklı olduğu için onun misyonunu yüklenen Halkçı Parti %63,56; 1987 seçimlerinde CHP hala yasaklı olduğu için onun misyonunu yüklenen SHP %54,8, DSP 19,1; 1991 genel seçimlerinde SHP %57,9 ve DSP %1,06; 1995 genel seçimlerinde yasağı kaldırılan CHP %23,38, 1999 genel seçimlerinde CHP %18,33 ve DSP %9,10; 2002 seçimlerinde CHP %24,62; 2007 genel seçimlerinde CHP %16,28; 2011 genel seçimlerinde CHP %57,53; Haziran 2015 genel seçimlerinde CHP %27,9, Kasım 2105 genel seçimlerinde %28,23; 2018 genel seçimlerinde CHP %26,32 ve 2023 genel seçimlerinde CHP %32 oy almıştır. Görüldüğü gibi CHP’ye “teveccüh” tarihsel süreçte büyük dalgalanmalar geçirmiştir. Ahmet Taner Kışlalı’nın %70’sine ise sadece bir kere o da “Karaoğlan Ecevit” liderliğindeki CHP, 1973 yılında ulaşmıştır. 2000’li yıllarda ise 2011 yılı hariç, %24,62-%32 arasında oy almıştır. Bu yıllar Dersim “Tertelesi” hakkında en geniş ve en cesur tartışmaların yapıldığı yıllardır.


Kaynak:

https://www.facebook.com/story.php?story_fbid=4287517414854208&id=100007879753801&post_id=100007879753801_4287517414854208&rdid=7EMN2DYoHoy63pMe#